AĞLAMANIN PATOLOJİSİ
"Ağlayınca geçer."
Geçer mi gerçekten ağlayınca? Ağlamak gerçekten de bir şeylere çözüm olur mu? Bunu inceleyeceğiz: İnsanlar, uzunca bir süredir ağlamaya olduğundan bambaşka ve yüce anlamlar yüklemişlerdir. Her ne kadar bu yazıda atıfta bulunacağımız konu ağlamak ise de incelememizin bütün ağlama çeşitlerini kapsamadığını belirtmek istiyoruz.
Öncelikle 'Ağlama' mefhumunun tek anlamının ve tek bir ağlama çeşidinin/sebebinin bulunmadığını, alt kategorilerin kendi içinde özerk ve kendine özgü olduğunu bilmemiz gerektiğini ve inceleyeceğimiz kategoriyi bir beyin ameliyatı hassasiyetiyle ayrıştırıp maddeleştirmenin konunun daha net ve anlaşılır kılınmasında büyük bir önem arz ettiğinin bilinmesi gerektiğini düşünüyoruz. İnceleyeceğimiz ağlama türü fiziksel/duygusal acı karşısında ağlama. Ağlamanın her şeklini detaylandırmak bu konu dahilinde pek bir önem arz etmiyor. Onun için direkt inceleyeceğimiz kategoriyi ele almanın daha tasarruflu olacağını düşünüyor ve buradan devam ediyoruz:
Neden fiziksel ve duygusal acılar karşısında ağlarız ve ne anlam ifade eder bu ağlamalar? İstenmeyen durumlar ile karşılaşıldığından ötürü ağlar insan bu ağlama kategorisinde. Ağlamak, bu durumda bir etkiye tepkidir. Bir reflekstir. Bir yardım çağrısı ve 'imdat'tır. Fiziksel, yahut duygusal bir acı duymak istemeyiz. Çünkü bu (yukarıdaki tanımdan yola çıkarak), bir konuda istediğimizin tersinin olduğunu, istemediğimiz bir durumun başımıza geldiğini gösterir. (Ağlayabilmek için belirleyici etkenin bir çok konuda olduğu gibi burada da kişinin amacı olduğunu belirtmekte ayrıca fayda görüyoruz. Bilakis kişi, kendine bilinçli olarak zarar verme isteğini taşıdığı zaman refleksif olarak ağlama, rahatsız olma eğiliminde değildir. Kabül edilmiş ve istenmeyen durumlar kategorisinden çıkarılmıştır çünkü duygusal/fiziksel acılar.) Beden ve duygu sağlığını ve bütünlüğünü korumak amacında olan kişinin, aynı zamanda bedensel ve duygusal sağlığının bütünlüğüne zarar gelmesini istemediğini, zarar gelmemesini amaçladığını söylememiz abes kaçmayacaktır. Peki, neden fiziksel ya da duygusal bir zarar ile karşılaşıldığında haykırarak ağlar insan? Sebebi yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir yardım çağrısı, bir imdattır. Çünkü bilincimizin temellerinden biri haline gelmiş bir algıya sahibiz: "Ağlayınca geçer!"
Bu, pek de bilincimizin yüzeyinde olan, alalade bir bakış ile fark edebileceğimiz bir düşünce değildir. Aksine, kökeni çocukluğumuza kadar gider. Anımsayamadığımız kadar geçmişimize gitmemiz gerekir bunun kökenini bulabilmemiz ve yıllarca, ağır ağır oluşan bu örüntüyü gözler önüne serebilmemiz için.
İnsanın öğrenme hızı hepimizin bildiği gibi doğduğumuz andan öleceğimiz ana kadar düzenli olarak azalır. (Elbette istisnai durumların olduğunu ve yaptığımızın bir genelleme olduğunu söylememize gerek yok diye düşünüyoruz. Ancak yine de belirtmekte fayda var.) Bir insanın algısının en açık olduğu, merak duygusunun en yoğun olduğu, dışarıdan her şeyi olduğu gibi almasının en fazla olduğu zaman aralığı bebeklik ile (biraz uzun bir zaman dilimini ele alıyoruz) ergenlik arasında olan dönemidir. Ayrıca zaman geçtikçe ve edinilen bilgi miktarı arttıkça kişi daha tutumlu, mesafeli ve şüpheci bir tavır takınır bilgi alımına.
Ve bir diğer önemli nokta da şudur ki çocuklukta edinilen ve bilinçaltında yerleşik bir düzen kuran düşünceler ile büyüklükte edinilen bilgilerin kalıplaşması ve kırılmasının zorluk derecesi aynı değildir. Çocukken aldığımız birçok veriyi olduğu gibi işleriz bilincimize. Belirli bir olgunluğa geldikten sonra ile çocukken yaşadığımız rahatsız edici durumları atlatmamız aynı kolaylıkta değildir. Çocukken yaşadığımız kötü badireler bizde bir travma, bir nevroz halini alıp kimi zaman ölene kadar bizimle gelip, peşimizi bırakmayabiliyorken belirli bir olgunluğa geldikten sonra yaşadığımız kötü badireler her ne kadar daha ağır olsa da atlatmamız diğerine nazaran çok daha kolay ve çabuk olur. Bunun sebebine gelecek olursak (Bu konuya değinmişken bunları da ayağımızın altından süpürmenin konu bütünlüğüne zarar vermeyeceğini, aksine faydalı da olacağını düşündüğümüz için bu konuya ufak bir bakış atmakta problem görmüyoruz.) şunlar sıralanabilir: Belirli bir erginliğe geldiğimiz zaman, çocukluktakinin aksine, acılara karşı daha sağlam bir direnç geliştirmiş, daha hazırlıklı hale gelmiş oluyoruz. Daha öncesinde defalarca sütten dilimiz yandığı için artık yoğurdu üfleyerek yememiz gerektiğinin bilincine varmış oluyoruz. Dahası o kadar zayıf ve kırılgan bir yapıya da sahip değiliz artık. Ayrıca en önemli etken olarak belirtebileceğimiz bir nokta da hafızamızdaki tazeliğidir: bir çok konuda keskinliğine emin olduğumuz bir kaide, burada da kendine mükemmel bir yer ediniyor; "Bir şeyi (hastalık, düşman vb) yenmek için önce onu tanımamız, net bir şekilde görebilmemiz ve dahası varlığının bilincinde olmamız gerekir." Çocukluktaki travmalarımızı atlatmamızın zor olmasının en büyük sebeplerinden biri, ne olduğunu dâhi hatırlayamıyor olmamızdır. Öyle bir travmanın varlığından haberdar olmadığımız müddetçe o travmayı ortadan kaldırmaya yönelik bir çabaya girmemiz de beklenemez. Sorunun ne olduğunu bulmak, en az sorunu ortadan kaldırmak kadar (hatta çoğu zaman daha fazla) önemlidir. Erişkinlikteki sorunları çocukluktaki travmalarımıza nazaran çok daha kolay atlatabilmemizin en büyük sebeplerinden biri de hafızamızda taze olması, onu hala hatırlıyor ve ne olduğunu biliyor olmamızdır. Bilinen bir yaraya müdahale etmek elbette ki daha çabuk ve etkili olur hemen her zaman. Bazı durumlarda çocukluktaki travmanın kökenini bulmak bile o travmayı ortadan kaldırmaya yetebiliyor, yahut da büyük ölçüde ortadan kaldırabiliyor.
Konuyu daha fazla örneklerle detaylandırabilecek olmamıza rağmen bu kadar açıklamanın yeterli olduğunu ve durumun anlaşıldığını varsayarak ana konumuza dönüyoruz:
Bizim burada yapmaya çalışacağımız durumun, erişkin bir bireyin büyük bir çocukluk travmasını bulup ortaya çıkartmaktan biraz daha zor olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Keza burada belirli bir kişinin çocukluk travmasına inmek yerine, kolektif olarak bütün insanların ortak bir çocukluk travmasına inmeye çalışacağız: ağlamanın kökenine inecek ve algımızdaki oturmuş şeklinin sebebini açığa çıkarağız. (En azından bunu başarmaya çabalayacağız).
"Ağlayınca geçer" Neden öyle düşünürüz? Hep birlikte bakalım: İnsan (yukarıda da belirttiğimiz) gibi bebeklikten ergenlik dönemine kadar büyük alım halindedir. Ve en yerleşik yer edinen bilgiler, bebeklikten ortalama 9 yaşına kadar edinilen bilgilerdir. Ağlamak da tam bu dönem aralığında bilincimizde köklü bir algı değişimine uğrar burada. Bebek her ağladığında ebeveynleri, ya da o an orada bulunan herkes birden ilgilenmeye başlar; eğer açsa sütünü, besinini verir, idrar yapmışsa bezi değiştirilir, gazı varsa sırtına vurulur. Ve bebek farkında olmadan klasik koşullanmaya girer. (Klasik koşullanma konusuna detaylı bir bakışta bulunmayacağız. Ancak bakmak isteyenler için "Pavlov'un Köpeği ve Klasik Koşullanma"yı kaynakça olarak bırakalım.) Bebeğin bu klasik koşullanması büyümesiyle doğru orantılı olarak artar ve daha da köklü bir yer edinir. Mesela 5 yaşında parkta ya da sokakta koşarken yere düşüp dizini yaralayabilir, ya da diğer çocuklar oyun oynarken kafasını yarabilir. Küçük çocuk bu durumda direkt alarm sirenlerini çalmaya (ağlamaya) başlar ve ebeveynleri hemen koşa koşa gelip yaraları ile ilgilenir. Fiziksel acısını giderir.
Durum bu şekilde yıllarca hiç şaşmadan istikrarla devam eder ve artık bu "Başıma bir şey geldiğinde yahut canım yandığında ağlarsam, canımın yandığını belirtirsem hemen birileri benimle ilgilenir", daha da öz halini ele alırsak "Ağlarsam bir şekilde geçer" diye kalıplaşır insanda.
Tabi elbette bu durum geçen zamanla birlikte değişime uğrayabilir ve yalnızca ağlamakla dışarıya tezahür etmeyebilir. Örnek olarak şunu sunabiliriz: İntihar. İntiharın, çoğu zaman çocukluktaki ağlamaktan hiçbir farkı yoktur. Sadece yöntem değişmiştir, ama yapı itibariyle tamamen aynıdır. Ağlamak yerine intihar'a başvurulmasının sebebi, bir madde bağımlısı gibi dozajı arttırma isteğidir. Ağlamanın, artık birilerinin gelip yaralarını sarması için yetersiz ve abes kaçıyor olmasıdır. Çünkü insan her ne kadar zayıf bir varlık da olsa, bu zayıflığa eş düzeyde denebilecek kadar gururludur da ayrıca. (Bir diğer sebep olarak bunu da belirtmek isteriz: Bazı çocuklar düzgün bir aile ortamında büyümediği ve ağlamak ihtiyaçlarını gidermesine yaramadığı zaman farklı yollar ile ebeveynlerinin kendisini fark etmesini sağlamaya çalışır: bir şeyleri kırıp dökerek, yaramazlık yaparak yahut ailesinin kendisi ile ilgilenmesini sağlayacak denli sorunlu durumlar yaratarak; yani acısını daha fazla arttırarak. Buradan, kişinin başvuracağı çözüm yolunun içinde büyüdüğü ailenin yapısına ve dinamiklerine göre farklılık gösterebileceğini anlıyoruz.)
İntihar girişimlerinin çok büyük bir oranı tereddüte mahal kalmayacak denli kesinleştirilen kararlar değildir. Altında yatan asıl husus hayata son vermekten ziyade çocukluktaki ağlama'yı, yardım çağrısını farklı (ve daha şiddetli, hatta tehditkar) bir şekilde dışarı yansıtmaktır. "Eğer intihar edersem, yahut intihar girişiminde bulunursam, intihar etmeye kalkarsam insanlar benimle ilgilenir." düşüncesi yatar bu girişimin kökeninde. Yahut da "İnsanları, benimle ilgilenmedikleri, acılarımı dindirmedikleri için hayatıma son vererek pişman edeceğim. Onları bir ömür bu vicdan azabıyla kıvrandırarak pişman edeceğim." salgırganlığında bulunabilir kişi.
Gerçekten verilere bakıldığında intihar vakalarının (çok küçük bir azınlık dışında) hemen hepsi tam olarak bu sebepten ötürü gerçekleşir, yahut bu sebepten intihar girişiminde bulunulur. Çünkü insanlar acılarının, birilerinin kendisiyle ilgilenmesiyle ortadan kalkması durumuna yıllarca devamlı olarak maruz kalmış ve bunu katıksız bir gerçeklik olarak algılar hale gelmiştir.
Ağlamanın elbette insanı rahatlatan, insana iyi gelen onlarca farklı yönü vardır. Ama burada mevzubahis olan tavrımız, ağlamanın bizatihi kendisinde değil, onu ele alış/algılayış biçimimizdedir. Bizim algımızda bu şekilde bir klasik koşullanma olması bir çok konuda hayatımıza ket vurmakla kalmayıp bizi çok zayıf ve çaresiz bir duruma sürükler. Ve bu sorunu bu kadar devasa hale getiren asıl durum da, bunun tek bir kişi özelinde değil, kolektif olarak toplumun genelinde kabul görmüş bir sorun olması yatar. Hatta iddia ediyoruz: psikoloji sektörünün bu kadar büyük çaplı olmasının, gün geçtikçe psikologların gündelik yaşamımıza dahil olmasının, insanların kendileri için yüksek denilebilecek meblağları tereddüt etmeden buna harcamaya başlamalarının en büyük sebeplerinden biri de budur. Çünkü gün geçtikçe gelişen teknoloji, insanların birbirleriyle daha az sohbet etmelerine, birbirlerini daha az iyi hale getirmeye çalışmalarına, birbirlerinin acısını daha az önemseye başlamasına yol açtı. Durum böyle olunca, insanların yakın çevresinden kendini iyileştirmesi, kendiyle ilgilenilmesi beklentisi de büyük darbeler yedi. Ve insanlar, artık dünyadaki en önemli varlığın kendisi olduğunu hissettirecek, oturup uzun bir süre boyunca sadece kendisiyle ilgilenecek, acılarını dindirecek (en azından bu konuda elinden geleni yapacak), kendisinin değerli olduğunu hissettirecek kurtarıcılara yönelmeye başladılar: yani psikologlara. Psikanaliz tarihçesi üzerine detaylı bir araştırma yapıldığında "'Doktoruna aşık olma' sendromunun fazlasıyla çok sayıda olduğu, binlerce hastanın danışmanına kurtarıcı gözüyle baktığı, kendisiyle o kadar yoğun bir şekilde ilgilenen tek insanın psikoloğu olduğu ve bunu da tamamen içinden gelerek (Her ne kadar psikoloğun belirli bir ücret karşılığı kendisiyle ilgilendiğinin bilincinde olsa da bu gereksiz ayrıntıyı hiç hatırlamaz, hatırlamak istemez kişi çoğu zaman) yaptığı" yanılgısına ne kadar sık rastlandığını görmek inanıyoruz ki sizi hayrete düşürecektir.
Tüm bu bulgulardan yola çıkarak şu sonuca varmak mümkündür: Bizler, devamlı olarak bize enjekte edilen bir sanrı ile büyüyoruz ve bu sanrı yapımıza ve dışsal etkenlere göre bir noktada patlak verebiliyor hayatımızda (Elbette bu durumla hiç yüzleşmeden yaşlanıp ölecek kadar şanslı insanları bunun dışında tutuyoruz). Bu durumun farkında olmadığımızdan ötürü tıkanıyor, bocalıyor ve ne yapacağımızı bilemez hale geliyoruz. O zaman bize iki seçenek kalıyor: ya bir yolunu bularak bu travmayı atlatmak (ki bu imkansız değildir. Çoğunlukla çevremizde güvenebileceğimiz, bize değer veren insanların varlıkları ve destekleri ile atlatırız. Yani bizi bu duruma sokan bu nevroz bizi kurtarabilir yine. Yahut da derin bir sessizlik, içe çekilme, yalnızlaşma haliyle kendimizi toplumdan soyutlayarak bir daha hiçkimseye güvenmeme yeminleri ederiz. Ki bu ikisi de diğer seçeneğe nazaran iyi olan seçeneklerdir), ya da kendimize veya çevremize zarar verme potansiyeli olan biri haline gelerek tehlikelileşmek. Eğer bu acıyı kendimize yönlendirirsek, sonu intihar'a kadar giden bir mazoşistlik silsilesi oluşur ve en büyük zararımız kendimize olur. Yok eğer kendimize yönlendirmek yerine bunu öfkeye dönüştürerek dünyadan intikam alma yolunu seçersek de her an toplum için çok tehlikeli olabilecek potansiyel bir suçlu haline dönüşürüz.
Peki, bu durumdan nasıl kurtulunabilir? Yukarıda da belirttiğimiz gibi; "Bir şeyi (hastalık, düşman vb) yenmek için önce onu tanımamız, net bir şekilde görebilmemiz ve dahası varlığının bilincinde olmamız gerekir."
Eğer bu durum ile cesurca yüzleşilir ve olduğu haliyle kabullenilebilirse o vakit bu travmadan kalıcı hasarlar almadan kurtulma ihtimali gün yüzüne çıkar. En azından diğer yola nazaran güçlü bir kurtuluş ihtimali söz konusudur. Bundan sonrası kişinin bunu kabullenme sürecine bağlıdır. Ama tünelin sonunda ışık vardır. Ve o ışık, umut olduğu müddetçe hala kurtuluş söz konusudur denilebilir..
-Ossan (İbrahim Halil) Yeşilpınar
Yorumlar
Yorum Gönder