Kuşatma!

Uzun zaman sonra hayatımda gördüğüm en gerçek ve handiyse vahşetin en vücut bulmuş hali sayılan rüyalardan birine şahit oldum. Böylesi bir tecrübeye bizatihi deneyimlemeden, rüya yoluyla da olsa tanıklık ettiğim için hem nasıl dehşete düştüğümü, hem nasıl da şanslı olduğumu hissettiğimi anlatamam...

 Bir göçmen toplama kampında idim. Sıradan bir gündü. Kısa zaman içinde başka bir ülkeye gitme planları kuruyordum. Nasıl olduğuna dair en ufak fikrim olmamasına karşın bir anda toplama kampımın şu ana değin eşi benzeri görülmemiş bir kuşatma altına alındığına şahit oldum. Her yerden askerler fışkırıyor gibiydi adeta. Önlerine gelenleri acımasızlığın da ötesinde bir vahşetle öldürmeye çalışıyorlardı askerler. Tanklar, zırhlı araçlar, ellerinde alev püsküren teçhizatıyla önüne gelen sivilleri hedef alan askerler...

Öyle dehşetli bir andı ki insanın nefes almak ve sağlıklı bir şekilde düşünmek için dâhi bir anlık bir vakti olmuyordu. Kör noktalardan ilerleyerek hayatta kalmaya çalışıyordum. Benim farkımda olmayan bir askere saldırıp bir şekilde etkisiz hale getirdikten sonra elindeki alev püsküren teçhizatı alıp kaçış yolumdaki askerleri yakmaya başladım. Ben de acımasızdım. Tamamen içgüdüsel bir acımasızlığa kapılmıştım. Hayatta kalma dürtülerim algılarımı öyle keskinleştirmişti ki sanki yıllardır hep bu tür durumların içindeymişim gibi bir soğukkanlılık ve savaş eğitimi almış gibi bir tecrübeyle her adımımda önümdeki milyon seçenekten en fazla hayatta kalabileceğim yoldan ilerlemeye çalışıyordum. Tepeye çıkmaya çalışıyordum. Alev teçhizatıyla bir hayli acımasız ve de saldırgan bir tavırla sivillere saldıran askerleri yakarak hem kendime hem çevremdeki -ola ki işime yarar ve hayatta kalma olasılığımı da arttırılar diye- sivillere yol açmaya çalışıyordum. Ama bunu yaparken elimden geldiği kadar askerlerin gözüne batmamaya çalışıyordum. En az hasarı vermeye çalışıyordum yani. Çünkü telsiz konuşmalarından aralarındaki iletişim ağını da görmüştüm ve çok saldırgan bir tutum gösterip odağın bulunduğum konuma dönmesini de istemiyordum. Bilakis o anlarda göze batmak ölmekle eşdeğer geliyordu. (Her zaman ölümü kendine yakın görmüş, bir çok defa onunla burun buruna gelmiş ve pek çok defa da ölmeyi dilemiş ve hatta denemiş biri olan bana o an hayatta kalmaya çalışmak olabilecek en doğru şey gibi geliyordu. Hayatta kalmak bu varoluştaki en büyük hakkım, hatta manifestom haline gelmişti o anlarda. Belki de ölümümün başkalarının insiyatifinde olması durumuydu katlanamadığım. Ölüm, ancak benim kararıma bağlı bir şey olduğunda kabul edilebilir geliyordu, başkasının elinden gelecek ve üzerinde hiçbir etkimin olmayacağı bir ölümü her zerreme kadar kabul edilemez görüyordum.)


Merdivenlerden yukarı koşuyordum insanlarla birlikte ve aşağıdan alev teçhizatlı bir asker arkamızdan alevle gelen ölümü saçıyordu üzerimize. Rüyanın hiçbir yerinde kendimi ölüme o an hissettiğim kadar yakın hissetmemiştim. "Ölmek üzereyim!" diye bir düşünce geçti zihnimden bütün tarihsel karanlığıyla. Eğer o an her zerremi koşmaya devam etmeye harcamazsam öleceğimi iliklerime kadar hissettim. "Alevlerin o yoğun sıcağına rağmen kaslarım hareket ettiği sürece koşmaya devam edeceğim" dedim ve pes edip durmadım, koşmaya devam ettim... Bir kaç saniyenin ardından o alev cehenneminden kurtulduğumu gördüm ve hissettiğim kadar hasar da almamıştı bedenim. Bütün o ölmek üzere olma hissi alevlerin ölüm getiren sıcaklığını ensemde hissetmemdenmiş! Büyük bir şok gibi yayıldı bu düşünce bütün bedenime...


Artık aşağının işi bitmişti, biliyordum. Tepedeki binalara doğru koşuyordum. Orada çok küçük de olsa bir kurtuluş yolu olduğu kokusunu alıyordum. Koştum, koştum, koştum...tepeye ulaşana kadar koştum. Tepeye vardığımda yan yana dizilmiş evlerden birine koşup içeri girdim diğerleri ile. Orada saklanacaktık. Etrafımda korkmuş, benimkine benzer düzinelerce göz gördüm. Hepsinin algısı durmuş gibiydi, tek kelime bile etmeden dışarıya kulak kabartmıştı herkes. Bunu fark ettiğim saniye büyük bir hata yaptığımı hissettim. Çünkü bu gözleri tanıyordum; içi boş umutların, kendi hayatı hakkında en ufak söz sahibi olmadığını bilen ve kurbanlık koyun gibi öleceği anı çaresizce bekleyen gözlerdi bunlar... Tarihte ve yaşamda sayısız kez şahit olmuştum bu gözlere sahip olanların en önce ölenler olduğunu. Ama kendimi köşeye sıkıştırmıştım ve pêk seçeneğim de yoktu. Sessizce bekledim, dışarıdaki iş makinesi benzeri seslerin hayatımız hakkında bizden çok daha söz sahibi olduğunu iliklerime kadar hissetmeme, elimi kolumu bağladığımı bilmeme, bir şey yapmazsam öleceğimi anlamak için kahin olmama gerek olmadığının farkında olmama rağmen son ana kadar sessizce bekledim. Çünkü askerlerin kapıdan çıkanlara ateş etmek için çoktan dışarıda konuşlanmış olduğunu biliyordum. İçgüdüsel olarak farkındaydım bunun... İş makinalarının evi sarstığını duymanın içimi nasıl karamsarlıkla kapladığını ifade edememem. O an film bitmek üzere gibi gelmişti.


Girdiğimiz binanın aniden aşağı doğru kaymaya başladığını gördük. Bir kutunun eğimli bir yerden aşağı kaydığı gibi şiddetli ve gürültülü bir şekilde aşağı doğru gidiyordu binamız ve her nedense içimi bir ferahlama kapladı. Askerlerden uzaklaştığımız anlamına geliyordu çünkü bu. Yani tamamen bizi yok etmeye güdülenmiş beyinlerden uzaklaştığımız anlamına. Artık kaderimiz askerlerin elinden şansın eline geçmişti. Bu bana biraz rahatlama getirdi. Çünkü şartları okuma konusunda kendime güveniyordum ve doğanın insan kadar öldürücü olmadığını biliyordum. Askerlerin sapkın ve sadist düşüncelerine teşekkür etmiştim içten içe. Çünkü bu öldürmeye duyulan sapkın arzu, yaratıcılıklarını konuşturup binayı içindeki insanlarla birlikte aşağı doğru itmek olduğu fikrini getirmişti.


Hızla aşağı iniyorduk ve tavırlarından ne yaptığını bildiğini ve ölmek istemediğini hissettiğim kalabalıktaki genç bir kadının hızla kapıya doğru gittiğini gördüm. Bu his o kadına güvenmem için yeterli bir referanstı. Geri kalan korkmuş ve donmuş insanların aksine o kaderini şansa bırakmak istemiyor ve elindeki fırsatları kendisi değerlendirmek istiyor gibiydi. Bu yetilere sahip bir kadının içgüdülerinin öyle olağan dışı şartlarda en fazla güvenilebilecek şeylerden olduğuna karar verdim ve benim görmediğim bir şeyi görmüş olabileceğine ihtimal verip gözümü ona diktim. Kadının kafasına bir şey dank etmiş gibi panikle toprağın üzerinde kayan binanın kapısına koştuğunu görünce ben de atıldım peşinden. En ufak bir tereddütüm dâhi yoktu bunu yaparken. Çünkü yaşamak isteyen bir insan havasını veren tek kişiydi o hengamede ve pisi pisine ölmektense en azından hayatta kalmaya çalışırken ölmek daha yeğdi. Kadının kapıya ulaştığında aniden kafasındaki soru işareti gitmiş ve emin olmuş gibi telaşla daha sonradan "en azından onları uyarmak için elimden geleni yaptım" diyebilmek için belli belirsiz bir anlığına boğuk ve anlaşılmaz bir sesle "çıkın!" deyip hemen kendini dışarıya attığını görür görmez bir an bile tereddüt etmeden hızla aşağı doğru kayan binadan dışarıya atladım ölümü de göze alarak kadının peşinden. Bir kaç takla attım yere düşer düşmez. Ama takla atmam bitmeden hayatımdaki en doğru kararı aldığımı fark etmiştim; çıktıktan bir iki an sonra binanın büyük bir gürültüyle bir yere çarptığını ve tamamen yıkıldığını izledim. Eğer bir anlığına tereddüt edip çıkmasaydım ben de altında kalacaktım binanın...


Dahası askerler öyle şiddetli bir çarpışmadan sonra kimsenin kolay kolay sağlam çıkmayacağını bildikleri için acele de etmeyeceklerdi oraya gelmek için. Kurtuluş fırsatını bulmuştum sonunda!.. Hemen aşağı koşup kaçışan insanların arasına karışıp oradan uzaklaşmaya başladım. Kaçabilmiştim...


Bir binaya sığınmıştık yığınla insanla. Yeni yeni kendimize geliyorduk, neler yaşandığını yeni yeni kavrıyordum. Bir kuşatmaya uğramıştık ve bir şekilde hayatta kalanların arasında idim. Üzüldüğüm nokta ise kısa zaman sonra bavulumu toplayıp oradan çıkacakken şu an ortada dımdızlak kalmış olmamdı. Üzerimdeki kıyafet dışında hiçbir şey yoktu üzerimde. Bir an önce ailemi arayıp hayatta olduğumu söylemek istiyordum. Öyle bir kuşatmayı televizyondan görüp bana ulaşamamaları durumunda yaşayacakları paniği hesaba katabiliyordum ve belki biraz da hayatta kaldığımı görüp sevinçten havalara uçmalarını görmeyi ve bununla birlikte "bu kadar çabalamaya ve hayatta kalmaya değdi" demeyi istiyordum. Hayatta kalmamın bir anlama sahip olmasını diliyordum, bu kadar çabalamaya değdiğine inanmak istiyordum, anlamsızca bu ihtimale tutunuyordum...


O ara oradaki insanların arasında tanıdığım bir gencin telefonumu cebinden çıkardığını gördüm. Hengame esnasında yerde bulmuş ve belki işe yarar diye cebine koymuş telefonu. O an gözlerimin nasıl faltaşı gibi açıldığını görmeliydiniz! Bir anda oyunun seyrinin değiştiğini hissettim, bazı şeylerin anlam kazandığını biraz da. Dahası böylesi bir olasılıkların özgür olduğu şartlarda bu gencin beni şaşırtabilmiş olmasına da şaşırmıştım. Aklına hınzırca fikirler gelen küçük bir çocuk gibi sevinçliydim. Odağımı savaşın şokundan içinde olduğumuz şartları ve oradaki kalabalığı değerlendirmeye çevirdim. Satrançta kendi elini doğru bir şekilde okuyamayanın rakibinin de elini okuyamayacağını, okuyabilse dâhi hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Bundan ötürü elimizdeki verileri doğru okumak savaştan bile önemliydi. Ufak bir göz gezdirdikten odaları dolaştıktan sonra gözümde potansiyeli olan bir kaç kişi belirmişti bile ve onlarla doğru bir şekilde gereken kontağı da kurmuştum çoktan.

 Geriye ailemi arayıp hayatta olduğumu söylemek kalıyordu. Bütün odağımı içinde bulunduğum şartlara vermek ve sonuna kadar eğlenebilmek istiyordum çünkü. Böylesi potansiyeli ortaya çıkarma fırsatlarının insanın hayatında çok fazla eline geçmediğini biliyordum.


Annemi aradım görüntülü. Görüntülü aradım, çünkü alnımda yaralar vardı ve savaşın vahşetini göstermek için de son derece yeterliydi. Annem telefonu açtı. Babam ve teyzem yanındaydı, her şeyden habersiz oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzlerindeki ifadeyi gördüğümde haberin hala onlara ulaşmadığını anladım. Yüzümdeki yara ve ifade zaten bir çok şeyi anlatmaya yeterdi. Onlara savaşın ortasında kaldığımızı ama hayatta olduğumu söylemem yeterli oldu dehşeti anlamaları için; annem sinir krizi geçirdi gözümün önünde. Tam da böylesi bir anda aklımı onda bırakma düşüncesizliğini ettiği için anneme çok öfkelendim, ama aynı zamanda ne kadar sevildiğime bir kez daha şahit olduğum için de içten içe annemin böyle üzülmesinden sadistçe bir keyif aldım ve mutlu oldum.


Ardından insanların kendi içlerinde ne denli ahlaksız olduklarını bir kez daha düşündüm. Ahlak dediğimiz kavramın içinin başkalarının varlığıyla dolduğunu, özünde toplumun devamlılığını sorunsuz bir şekilde sürdürebilmesi, adeta yazılı olmayan bir toplum sözleşmesi gibi olduğunun ayırdına vardım tekrardan...


Böylece rüyam burada son buldu ve aniden uyandım gecenin kör saatinde! Tam da rüyanın eğlenceli kısmının başladığı yere gelmiştim. Ama devamını getiremeden bilinçaltı mahzenimden çıkarıldım. Ancak buraya kadar olan kısım bile hayatımda asla elde edemeyebileceğim tecrübeler otağı sundu bana. Bana kalan bu verilerden olabildiğince fikir devşirmektir ve öyle de olacak.

29 ocak 2024

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şeytanla Savaşma Zorunluluğu

Yalnızlık Tiradı

SIÇMANIN FELSEFESI